Akran zorbalığı; bir çocuğun başka bir çocuğa karşı fiziksel, sözel, duygusal ya da dijital yollarla, kasıtlı ve tekrarlayıcı biçimde zarar vermesi olarak tanımlanır. Alay etme, dışlama, tehdit, lakap takma, sosyal medyada küçük düşürme ya da fiziksel şiddet… Hepsi bu tanımın içindedir. Ve ne yazık ki bugün bu kavram, yalnızca bir eğitim başlığı değil; hepimizin yüreğini sıkan bir toplumsal sorun hâline gelmiştir.
Türkiye’de yapılan araştırmalar, çocukların önemli bir bölümünün okul hayatı boyunca en az bir kez akran zorbalığına maruz kaldığını gösteriyor. 2025 yılı ise bu konunun ne kadar hayati olduğunu bize çok acı örneklerle hatırlattı. Zorbalık nedeniyle yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren, yatağa bağımlı hâle gelen ve ne yazık ki hayatını kaybeden çocukların haberlerini okuduk. Bunlar sadece rakamlar değil; her biri yarım kalan bir çocukluk, dağılan bir aile ve ömür boyu taşınacak bir acı demek.
Peki çocuklar neden zorbalık yapar?
Çoğu zaman bu davranışın arkasında güç gösterisi, kabul görme ihtiyacı, öfke, güvensizlik, ilgi eksikliği ya da kontrol duygusu vardır. Bazı çocuklar evde gördüklerini dışarıda tekrar eder; bazıları izlediklerinden, oynadıklarından, arkadaş çevresinden etkilenir. Dijital ekranların bu kadar hayatın içinde olması da zorbalığı hem artırmakta hem de görünmez hâle getirmektedir. Çünkü artık zarar, yalnızca okul bahçesinde değil; ekranın arkasında da verilebilmektedir.
Zorbalığın konuları ise düşündüğümüzden çok daha çeşitlidir:
Fiziksel görünüm, kilo, boy, akademik başarı ya da başarısızlık, ekonomik durum, konuşma şekli, farklılıklar, engellilik, hatta sadece “farklı olmak”… Çocuk dünyasında küçücük bir detay, bir başkası için ağır bir yaraya dönüşebilmektedir.
Bir anne olarak en zor kabullenişlerden biri de şudur:
Bazen bugün zorbalığa uğrayan çocuğun ailesiyken, yarın zorbalık yapan çocuğun ailesi de olabiliriz.
Hiçbir anne-baba çocuğunu bilerek kötü yetiştirmez. Hepimiz seviyoruz, ilgileniyoruz, doğruyu yanlışı öğretmeye çalışıyoruz. Ama çocuklar yalnızca ailelerinden etkilenmez. Arkadaş çevresi, okul ortamı, sosyal medya, izledikleri içerikler ve sessiz kalınan davranışlar onları şekillendirir. Ne kadar iyiyi ve güzeli vermeye çalışsak da, çocuklarımız hiç istemediğimiz bir noktada zorbalayan tarafın içinde yer alabilir.
İşte tam bu noktada savunmaya geçmek yerine fark etmek gerekir.
“Benim çocuğum yapmaz” demek yerine, “Bir sorun mu var?” diye sorabilmek gerekir. Zorbalık yapan çocuk da çoğu zaman bir şeylerle baş etmeye çalışıyordur. Onu etiketlemek değil; sınır koyarak, empatiyi öğreterek ve gerekirse destek alarak doğruya çekmek esas olandır.
Aynı şekilde zorbalığa uğrayan çocuklar da çok iyi gözlemlenmelidir. İçe kapanma, okula gitmek istememe, ani öfke, sessizlik, bedensel şikâyetler çoğu zaman birer yardım çağrısıdır. Çocuklar her zaman yaşadıklarını anlatamaz; ama davranışlarıyla çok şey söyler.
Bu süreçte okullara da büyük sorumluluk düşmektedir. Öğretmenlerin, idarecilerin ve özellikle nöbetçi öğretmenlerin sadece fiziksel kavgaları değil; dışlama, alay ve sistematik baskı gibi görünmeyen zorbalıkları da fark edebilecek bir gözetim içinde olması gerekir. Okul–aile iletişimi suçlayıcı değil, çözüm odaklı kurulmalıdır. Amaç bir tarafı savunmak değil, her iki çocuğu da kazanabilmektir.
Akran zorbalığıyla mücadele; yalnızca mağduru korumak değil, zorbalık yapan çocuğu da iyileştirebilme meselesidir. Çünkü zamanında fark edilmeyen, doğru şekilde ele alınmayan her davranış; ileride çok daha ağır sonuçlara yol açabilir.
Bir anne olarak bu yazıyı kaygıyla ama umutla yazıyorum. Kaygılıyım; çünkü çocuklarımızın ruhunda açılan yaraların bazen bedensel yaralardan daha derin olduğunu biliyorum. Umutluyum; çünkü aile, okul ve toplum birlikte hareket ederse, bu karanlık döngüyü kırmak mümkün.
Bazen bir çocuğun hayatı; onu gerçekten dinleyen bir ebeveynle, zamanında müdahale eden bir öğretmenle, “yalnız değilsin” diyen bir yetişkinle değişebilir. Ve bu sorumluluk, hepimizin omuzlarındadır.